Düşünce tarihindeki belli dönemler ve o dönemlerde öne çıkan gelenekler merkezlerine aldıkları temel felsefi ilgi ile diğerlerinden ayrılır ve öne çıkarlar. Bu minvalde Antik Yunan filozofları için felsefi ilgilerinin merkezinde köken sorunu vardı, Yeni Çağ felsefesi için bu ilginin merkezini oluşturan şeyse yöntem sorunuydu. İslâm düşüncesinin teşekkül çağını yönlendirerek baştan sona hakimiyeti altına alan merkezî ilgi ise insan eylemleri, irade, mükellefiyet ve mesuliyet gibi sorunlar etrafında toplanmıştı. Öyle ki Müslümanlar varlıktan bilgiye, ahlâktan siyasete, yöntemden doğaya kadar hemen her meseleyi mükellefiyetle ilgili bir tartışmanın doğal uzantısı olarak ele aldılar. Bu anlamda denilebilir ki İslâm düşüncesinin ve İslâm düşünce geleneğindeki temel ilimlerin teşekkülü mükellef bireyin, teklife ve kendi mükellefiyetinin doğasına yönelik anlama çabasıyla derinden ilişkilidir.
Müslüman olmak insanın her şeyden önce kendisini mükellef bir varlık olarak kavraması demektir. Çünkü en başından beri Müslümanlık insana kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, nerede bulunduğunu ve burada ondan ne beklendiğini öğretmeyi vadeden bir teklife kulak kabartmak ve bu teklifi kabul etmenin beraberinde getirdiği yükü iradi bir şekilde sırtlanmak manasına geliyordu. Kur’ân-ı Kerîm’in mucizevi yönü, Hz. Peygamber’in hiçbir çelişki barındırmayan ahlâkî örnekliği ve getirdiği teklifin tüm insanlık için kötü ve çirkin (münker) olanı öteleyip iyi ve güzel (ma‘rûf) olanı vaz etmesi ilk Müslümanları muhatap oldukları teklifin hakikatine ilişkin güçlü bir inanç sahibi kıldı. Bu inanç onların sadece iyi, güzel ve doğru olanı hayatlarında hükümferma kılma çabası içerisine girmekle yetinmemeleri, aynı zamanda ma‘rûf adı altında toplanan bu yüksek değerleri tüm insanlara ulaştırmak ve münker denilen tüm gayrı insanî şeylerden onları uzaklaştırmakla yükümlü oldukları fikrini de içeriyordu. Bu yükümlülük ilahî teklife tâbi olan Müslümanları aynı zamanda bir teklif sahibi haline getiriyor, onlara dünya tarihi sahnesini değiştirecek motivasyonu kazandırıyordu. Bununla birlikte tâbi oldukları teklifi başka insanlara ulaştırma sadedinde yükümlü oldukları tek şey ma‘rûfu emir ve münkerden nehiy değildi, aynı zamanda bunu nasıl yapacaklarıyla da ilgili yükümlülükleri vardı. Bakara suresinin 143. ayeti onların dünya tarihi sahnesine vasat bir ümmet olarak çıkartıldığını ve ancak insanlara şahitlik etmeleri suretiyle Hz. Peygamber’in de onlara şahitlik edeceği şekilde bu vasfı hak edebileceklerini söyler. Buna göre Müslümanların başka insanlara marufu emredip onları münkerden nehyedecek en hayırlı ümmet olmaları, bütün insanlığa şahitlik edecek vasat bir ümmet olmalarıyla şartlanmıştır. Bir başka deyişle insanlara iyiyi, doğruyu, güzeli emredecek şekilde en hayırlı ümmet olmanın yolu, insanlığa şahitlik etme kabiliyetine sahip vasat bir ümmet olmaktan geçer. Dolayısıyla burada Müslümanların temel mükellefiyet alanlarından biri, insanlığa şahitlik olarak belirlenmiştir. Şahitliğin örnek ve model olma manasına geldiği dikkate alındığında; insanlığa şahitlik, bizzat Hz. Peygamber’in tamamlamak üzere geldiğini söylediği yüce insani değerleri tüm insanlık için örnek alınabilir bir şekilde tarif ve temsil etme anlamına gelecektir. Öyle ki insanlık iyiyi ve güzeli Müslümanların davranışlarında, doğruyu Müslümanların sözlerinde ve düşüncelerinde keşfedecektir. Bunun için Müslümanların davranışlarının örnek alınabilir bir tutarlılık, iç rasyonalite ve süreklilik arz eden bir düzene, söz ve düşüncelerinin tarif edilebilecek ve sorgulanıp test edilebilecek müşterek bir makuliyete sahip olması gerekir. Bu durum Müslümanları ilahî teklifle münasebetinde bir cihetiyle içe, diğer cihetiyle dışa bakan bir anlama-anlatma, örnekleme-örnek olma çabası içine sokmuştur. Anlatma çabasını önceleyecek şekilde anlama, örnek olma çabasını önceleyecek şekilde örnekleme Müslümanların ilahî teklifle içsel kuruluşunu, anlatma ve örnek olma çabası ise teklifin dışa doğru yayılımını temin etmiştir. Bu minvalde Müslümanlar için muhatap oldukları teklifin tahkik ve tarifi kelâm ilminin uhdesine aldığı şekliyle anlama ve anlatma çabasını, teklifin temessül ve temsili ise fıkhın ve onu tamamlayacak bir şekilde ahlâk ve tasavvufun uhdesine aldığı haliyle örnekleme ve örnek olma çabasını ifade eder.
Tahkikine sahip olunmayan bir tarif, sonunda hakikat yitimiyle yüz yüze gelebileceğiniz bir taklit ve tarafgirlik içerir. Dolayısıyla Müslümanlar tamamen dahili sebepler ve taklitten bağımsız bir inanma fiilinin zorunlu gereği olarak, muhatap oldukları teklifin tahkikine sahip olma çabası içine girdiler. Bu tahkik çabası suni ve naif bir şekilde inancın askıya alınarak sorgulamaya tâbi tutulması şeklinde değil, mükellefiyetin esasını teşkil eden ilkeleri rasyonel bir çerçeve içerisinde değerlendirip onları tutarlı, makul bir inancın konusu haline getirme arayışından doğdu. Böyle bir arayışa kaynaklık eden önemli etkenlerden biri İslâm dünyasında ortaya çıkan ve doğrudan mükellefiyetle ilgili sonuçlar barındıran somut bazı hadiselerdi. Özellikle Müslümanların erken dönemde yaşadığı iç karışıklıklar ve onlara bağlı savaşlar büyük günah sorununu ortaya çıkarmıştı. Bir Müslümanın haksız yere taammüden diğer bir Müslümanı veya insanı öldürmesi olgusunda timsalini bulan büyük günah sorunu, böylesine büyük bir günah işlemiş kimsenin hala mümin sayılıp sayılamayacağıyla ilgiliydi. Teorik seviyede ele alındığında bu mesele daha geniş ölçekte iman-amel, bilgi-eylem problemi içerisinde değerlendirilmeye başlandı. Ortaya çıkan farklı görüşlerin yanında problemin özü bizim eylemlerimizin sorumluluk itibariyle bir neticesinin olup olmayacağı meselesinde düğümleniyordu. Dört halife sonrasında Emevî idaresi altında gerçekleşen haksız muameleler karşısında Müslümanların bir sorumluluğunun bulunup bulunmayacağıyla da birleşince, bu mesele giderek teorik düşüncenin odağına yerleşmeye başladı. Eylemlerimizin ilahî takdir planında önceden tamamen belirlendiğini, dolayısıyla onları bu önceden belirlenmişliğin beraberinde getirdiği zorunluluk altında yaptığımızı, aksini yapamayacağımıza göre bunlardan sorumlu tutulmamızın da mümkün olmadığını savunan cebirci anlayış, mükellefiyet fikrinin altını oymaktaydı. Böyle bir şey mükellefiyeti mümkün kılacak şekilde özgür seçimi ortadan kaldırmakta, dolayısıyla yaptığımız eylemlerden nasıl sorumlu tutulabileceğimiz sorusunu cevapsız bırakmaktaydı. Oysa Müslümanların muhatap olduğu teklif, insanın özgürlük ve mesuliyeti ile âlemde olup biteceklere ilişkin Tanrı’nın önceleyici bilgisini birbirini dışlayan değil, tamamlayan şeyler olarak görüyordu. Bu bağlamda İslâm, Antik Yunan tasavvurunda olduğu gibi kaderin veya doğanın zorunlu ağları içerisindeki trajik, Hristiyanlıkta olduğu gibi doğuştan getirdiği aslî günah dolayısıyla suçlu ve kefarete muhtaç ya da içine doğduğu değişmez toplumsal sınıfların sınırlarına mahkûm değil, fıtrat itibariyle iyi, özgür ve mesul bir insan tasavvuru inşa etmişti. Bu tasavvur içinde insan öncelikle içinde yaşandığı sınanma alanını inşa eden Tanrı’ya karşı sorumlu olmakla birlikte, bu sorumluluk insanın bizzat kendisiyle, diğer insanlarla ve tabiatla ilişkilerinde takip edilip sınanacak sıkı bir ahlâkî çerçeve halinde vaz‘ edilmekteydi. Dolayısıyla başta dinin kendisi olmak üzere onun vaz‘ ettiği mükellefiyete dayalı hemen tüm unsurları ilga etme tehlikesi barındıran bu tutuma karşı erken dönem İslâm düşüncesi, yükümlülük ve sorumluluğu temellendirme gayesi etrafında insan eylemleri sorununa özel bir önem atfetti.
İnsanın eylemlerini yaparken özgür olduğu ve önünde bulunan farklı, mümkün alternatifler arasından kendi iradesiyle birini tercih ettiğini, tam da bu nedenle yaptıklarından sorumlu tutulabileceğini savunmaya başladığımızda, insan eylemlerini de barındıracak şekilde, Tanrı’nın âlemi yaratmasının ya da yaratıcılığının ne anlama geldiği sorusu gündeme gelir. Ortaya konulan çözümlerden bağımsız bir şekilde, bu sorun hakkında konuşmaya başladığımızda ise “Âlem nedir?”, “Âlemdeki varlıklar ne türden şeylerdir?”, “Âlemin ve onun içindekilerin ne anlamda ve hangi şekilde Tanrı’nın yaratmasına konu oldukları söylenebilir?”, “Tanrı’nın yaratması ya da bilmesi ne demektir?”, “Tanrı’ya bilen ya da gücü yeten gibi sıfatlar atfedilebilir mi?”, “Şayet böyle sıfatlar atfedilebilirse bu sıfatların Tanrı’yla ilişkisi nedir?” gibi sorular hakkında konuşmaya başlarız. Bir kez bunlar hakkında konuşmaya başladığımızda ise ortaya ya akli istidlaller ya da doğrudan kaynakların farklı yorumları dolayısıyla birbiriyle çelişen görüşler çıkabilir. Bu durumda Tanrı da dahil olmak üzere varlıklar hakkında doğru bir şekilde konuşabilmenin anlamı ve yollarıyla, yani kesinlik, doğruluk, bilgi, yöntem gibi konularla ilgili bir müzakere doğar. İşte erken dönem İslâm düşünürleri mükellefiyet ve mesuliyet esaslarını tahkik çabası içerisinde giderek Tanrı’nın varlığı, zatı ve sıfatları, onun âlemle ilişkisi ve yaratmasının anlamı, âlemle ilişkisinin ve insan eylemlerini yönlendirmesinin bir türü olarak peygamber gönderme, dolayısıyla peygamberliğin imkânı, anlamı ve şartları gibi konular hakkında fikir üretmeye başlamışlardır. Böylece Müslümanlar için mükellefiyet ve mesuliyetle ilgili bir tartışma kozmoloji, ontoloji, psikoloji, epistemoloji ve ahlâk alanlarına kadar uzanan kapsamlı bir tahkik faaliyetini doğurmuştur.
Müslümanlar için tahkik faaliyeti, muhatap oldukları teklifi tarif çabasıyla eş zamanlı bir şekilde yürümüştür. İlk fetihler ertesinde, özellikle Basra ve Kufe gibi Hicaz dışındaki ilk şehirlerin kurulması ve bu şehirlerin kozmopolit bir karakter kazanmasıyla birlikte, Müslümanların taşıdığı teklifin anlamına ilişkin sorular gündeme geldi. Her şeyden önce Hz. Peygamber vefat etmişti ve teklifin doğruluğunu şahsında somutlaştıracak asli örnekliğin kaybı ertesinde, bahse konu teklifin makuliyetinin ortaya konulması gerekiyordu. Bu nedenle Müslümanlar komşu kültür ve medeniyet havzaları içerisinde yaşayan insanlara, ortak insani aklı ve karşılıklı kelâm edebilmenin müşterek makul zeminini dikkate alarak sahip oldukları teklifi tarif etme çabası içine girdiler. Buradaki tarif çabası insanlığın sahip olduğu müşterek makuliyet zemini ve bu zemini içeriklendiren bilimsel teorilerle ilişkili bir şekilde gerçekleşti. Bu bakımdan erken dönem kelâmı genel geçer rasyonel ilkeler ve çıkarım yollarına odaklanmanın yanı sıra, döneme ait farklı bilimsel teorilerle eleştiri ya da teyit yoluyla ilişkiye girmekten imtina etmedi. Bu çabalar Tanrı’nın varlığı, birliği, âlemin sonradanlığı ve nübüvvet gibi konularda rasyonel zemine bağlı, kelâm gibi bilimsel bir disiplinin ortaya çıkmasını sağladı.
Tahkik ve tarifini kelâm ilminin üstlendiği ilahî teklif, ortaya koyduğu mükellefiyetler manzumesiyle, onu tasdik eden müminlerden belli türde eylemler talep ediyordu. Şeriat tarafından sınırları çizilen bu yükümlülükler alanı Müslümanların muhatap olduğu ve başkalarına takdim ettikleri teklifin temessül ve temsil cihetini ifade eder. İlahî teklifin ve bireysel mükellefiyetin tahkik ve tarifiyle ilgili soruları nasıl kelâm ilmi cevaplamayı üstlenmişse, tahkik ve tarifi vaz‘ edilerek makul inancın konusu haline getirilen teklifin pratik hayatta temessülüyle ilgili soruları cevaplamayı da fıkıh ilmi üstlenmiştir. Aslında şeriatın vaz‘ ettiği yükümlülüklerin nasıl pratize edileceğiyle ilgili soruları cevaplama noktasında Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleri başlı başına bir kaynak ve örnek rolü ifa ediyordu. Bununla birlikte hem bu örnekliğin nasıl tam olarak anlaşılıp yorumlanacağı, hem de bu örneklikler arasında birebir cevabını bulamayacağımız yeni pratik sorunlar karşısında ne yapılacağı gibi sorular temsil alanıyla ilgili verimli bir çalışma alanı doğurdu. Bu çalışma alanı şer’î hükümleri ve pratik herhangi bir yeni sorunu ya birebir örneklemeler ya da çeşitli akıl yürütmeler yoluyla şeri hükümlerle ilişkilendirerek o sorun karşısındaki yükümlülüğümüzün ne olduğunu derinden kavrama (tefakkuh-fıkh) çabasını ifade ediyordu. Bununla birlikte söz konusu anlama ve yorum faaliyeti belli gelenekler içerisinde teşekkül etmiş yöntemsel bir çerçeveye sahipti. Bu çerçeve dahilinde bir Müslümanın belli bir durumda neden şu ya da bu şekilde davrandığı sorusunun daima makul bir cevabı vardı. Aynı şekilde yeni bir durum karşısında onun nasıl davranması gerektiğiyle ilgili verilecek hükmün hangi yolla ve ne tür esaslara bağlı olarak bu şekilde verileceğinin de, yine belli geleneklere bağlı olarak makul cevabı vardı. İşte temessülün makuliyetini, bir başka deyişle Müslümanların davranışsal rasyonalitesini temellendiren ve yeni durumlar karşısında sürekli bir biçimde inşa edilmesine aracılık eden bu yöntemsel çabanın adı da fıkıh usûlü idi. Böylece fıkıh ve usûlü sayesinde, ilahî teklifin onu üstlenen mükelleflerin davranışlarında kendisini gösterdiği haliyle temsilî cihetinin iç düzen ve rasyonalitesi tesis edilmiş, Müslüman yaşamının örnek alınabilir formel tutarlılığı temin edilmiştir.
Fıkıh ilmi mükellefiyetin formel cihetine ilişkin bir geçerlilik ve tutarlılık takibi yürütür. Bu manada yükümlülüklerin geçerli bir şekilde ifasının formel ve genel geçer takibe tâbi zahiri şartları fıkıh tarafından öğretilir. Bununla birlikte bu formel şartların ifasına ve amelin geçerli bir şekilde edasına rağmen o amelin Allah nezdinde gerçekten kabule şayan olup olmadığı sorusu mükellefiyet meselesini başka bir boyuta taşır. Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan ve “Kestiğiniz kurbanların ne etleri ne de kanı Allah’a ulaşır, sizden O’na ulaşan takva duygusudur (Hacc 37)” şeklindeki ifadeler, bu soruyu daha anlamlı hale getirir. Buna göre bir mükellef formel şartları yerine getirse ve bu şartlar etrafında ameli zahiren geçerli olsa bile onun Allah tarafından kabul edildiği hiçbir zaman garanti edilemez. Bu durumda şu soru gündeme gelir: Acaba Allah bir ameli hangi şartlar altında kabul eder? Ayetteki takva vurgusu bu sorunun cevabı için bir anahtar oluşturur: Bir ameli yerine getirirken, hiçbir riya karıştırmadan ihlas ve samimiyet içinde, onu sırf Allah’a yakınlaşma ve O’nun rızasını kazanma duygusuyla yapmak. İşin aslına baktığımızda Müslüman’ın tüm diğer mükellefiyetlerinin özünü oluşturacak şekilde aslî mükellefiyeti de Allah’a yakınlaşma ve ilahî rızayı kazanma şeklinde belirir. Mükellefiyetin deruni boyutunu oluşturan bu ideal bir kez ciddiye alındığında ihlasın ne olduğu ve ilahî rızanın hangi yolla kazanılacağı meseleleri kendi başına bir ilgi konusu haline gelir. İşte bu ilgi alanının derinleşmesi de mükellefiyetin zahiri ciheti içinde deruni boyutlarını keşfetme çabası olarak tasavvufu ortaya çıkarmış, böyle bir yöneliş genel olarak ahlâkî duyarlılığın özünü teşkil etmiştir.
Kelâm, fıkıh, fıkıh usûlü ve tasavvuf örneklerinde görüldüğü gibi İslâm düşünce geleneğinin teşekkülünü sağlayan disiplinlerin ortaya çıkışında Müslümanların muhatap oldukları teklifi tahkik-tarif, temessül-temsil çabalarının hayati bir rolü vardır. Bir başka deyişle bu ilimler Müslümanların kendi mükellefiyetlerine ilişkin bilinçli bir teemmülün neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Bu ilimlerin teşekkülünü takiben ortaya çıkan teorik ve pratik felsefî ilimler de Müslümanlar tarafından aynı mükellefiyet şuurunun uzantıları içinde ele alınmıştır. Bu minvalde söz konusu ilimlerin Müslümanlar tarafından tevarüs, temellük ve temessülü teklifin tahkik ve tarifiyle ilişkili olduğu kadar, bu birikimin İslam dünyasında kazandığı özgün çehre de insanlık birikimini aynı teklifle ilişkili bir şekilde yeniden yorumlama çabasıyla ilişkilidir. Dolayısıyla Müslümanların teklifle münasebetinin teorik ve pratik boyutlarını ihmal eden bir bakış açısı, sadece İslam düşüncesinin teşekkülünü ve iç yapısını kavramaktan uzak kalmayacak, bugün Müslümanların özgün bilgi üretimiyle ilgili yaşadığı krizleri doğru bir şekilde analiz etme imkânından da uzaklaşacaktır.